MAKALELER

Uygulamada Muris Muvazaası Davaları

  02.02.2015      

Muvazaa; bir hukuki ilişkinin taraflarının üçüncü kişileri aldatmak amacı ile gerçek iradelerine uymayan ve kendi aralarında hüküm ve sonuç doğurmayan bir görünüş yaratmak konusunda anlaşmaları şeklinde tanımlanabilir. Muris muvazaasında görünürdeki işlem tarafların gerçek iradelerini yansıtmadığından, kural olarak herhangi bir sonuç doğurmaz. Muvazaada görünüşteki işlemin geçersiz olması, tarafların gerçek niyetlerinin bu yönde olmasından kaynaklanmaktadır. Muvazaada genellikle görünen işlemin altına saklanan gerçekleştirmek istedikleri gizli sözleşme geçerlidir. Fakat muvazaada, gizli işlemin geçerliliği şekle bağlıysa ve bu gizli işlem şekle uygun yapılmamışsa, görünürdeki işlemin yapılması sırasında kanunun düzenlediği şekilde işlem yapılması, gizli işlemdeki şekle aykırılığı ortadan kaldırmaz. Bu durumda, görünürdeki işlem tarafların gerçek iradelerini yansıtmadığından için gizli işlem de şekle aykırılıktan dolayı geçersiz olacaktır.

Taşınmaz Mallar Açısından Değerlendirme
Muris (miras bırakanın) muvazaasının varlığının kabul edilebilmesi için muvazaa konusu işlemin dayanağının ve miras bırakanın gerçek iradesinin, mirasçıdan mal kaçırmak olması gerekir. Muris muvazaası birçok şekilde gerçekleşse de genellikle esas irade bağışlamak olmasına karşın bir malın diğer bir kimseye bedel alınmadan satılması ile gerçekleştirilir. Muvazaa konusu işlemlerde malın bedelinin mutlaka para olması şart değildir. Miras bırakan işlemi geçerli göstermek için belirli bir hizmet ve emeğin veya bir malın bedeli olarak gösterebilir. Bu ihtimal genellikle ölünceye kadar bakma sözleşmesi olarak karşımıza çıkar. Bu gibi durumlarda yerleşmiş Yargıtay İçtihatlarında ve 01.04.1974 tarih 1/2 sayılı İnançları Birleştirme Kararında açıklandığı üzere, görünürdeki sözleşme, tarafların gerçek iradelerini yansıtmadığından, gizlenmiş bağış sözleşmesi de Medeni Kanun m. 782, Borçlar Kanunu m. 213 ve Tapu Kanunu m. 26 ‘da düzenlenen şekil şartlarını gerçekleştirmediğinden, saklı pay sahibi olsun ya da olmasın miras hakkı zarar gören tüm mirasçılar dava açarak bağış sözleşmesinin muvazaa nedeni ile geçersizliğinin tespitini ve buna dayanılarak oluşturulan tapu kaydının iptalini isteyebilirler. Ancak bu tür uyuşmazlıklarda doğru bir çözüme ulaştırabilmesi, miras bırakanın asıl amacının tereddüde yer bırakmayacak şekilde ortaya çıkarılmasına bağlıdır. Ayrıca miras bırakan ölümünden önce mal varlığını mirasçıları arasında kabul edilebilir bir şekilde taksim etmişse mirasçısından mal kaçırma iradesinden söz etmek mümkün değildir. Bu nedenle muris muvazaasına ilişkin davalarda murisin tüm mirasçılarına, intikal eden, her türlü mal ve hakkın tespit edilmesi, değerlerinin belirlenmesi gerekir. Ancak bu şekilde miras bırakanın gerçek niyeti açıklığa kavuşturulabilir[1].

Nitekim bu ilke, 07.10.1953 tarih ve 8/7 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında çok açık bir şekilde dile getirilmiş; tapuda kayıtlı taşınmaz malın muvazaalı satış işlemiyle miras hakkından yoksun edilen kimselerin dava hakkına ilişkin uyuşmazlığın irdelendiği 01.04.1974 gün ve 1/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı’nda da, tüm mirasçıların görünüşteki satış sözleşmesinin Borçlar Kanunu’nun 18. maddesine dayanarak muvazaalı olduğu ve gizli bağış sözleşmesinin de şekil koşulundan yoksun bulunduğunu ileri sürerek dava açabilecekleri sonucuna varılmıştır. Bu talep ile birlikte davacılar, uyuşmazlığa konu taşınmazı murisin mirasçılardan mal kaçırmak maksadına uygun olarak muvazaalı olarak iktisap eden taraftan bu taşınmazdaki işgali iyiniyetli sayılamayacağından, murisin “ölüm” tarihinden başlayarak dava tarihine kadar geçen süre için ecrimisilistemeye hakları vardır[2]. Ecrimisil gayrimenkulden yararlanan murisler arasında miras paylarına göre hesaplanacak olup. hükmedilen ecrimisilin hak kazananların miras paylarına göre dağıtılması gerekir. Öte yandan muris muvazaasına dayalı iptal, tescil davalarında herhangi bir hak düşürücü süre veya zamanaşımı söz konusu değildir.

Taşınır Mallar Açısından Değerlendirme
Terekedeki taşınmaz mallar dışındaki değerlerde, yani taşınır mal, alacak ve haklarda, zilyetliğin geçişi yollarından olan kısa elden teslim, zilyetliğin havalesi ve hükmen teslim ile bağışlama yapılabilir. Sayılanlar için özel olarak bir şekil öngörülmediği kuşkusuzdur. Nitekim Borçlar Kanunu’nun 237/1. maddesi, “Elden bağışlama, bağışlayanın bir şeyi bağışlanana teslim etmesiyle vücut bulur” hükmünü amirdir. Bu durumda taşınmazların şekil şartına bağlı olmaksızın elden bağışlanabilme olanağı bulunmadığı halde; taşınır mallar ve alacakların zilyetliğinin devri konusunda bir geçerlik şekli öngörülmediğinden, örneğin bir otomobil ve para da olduğu gibi hukuken taşınır eşya niteliğinde sayılan değerlerin bağışlanması ya da bağış amacıyla bedelsiz olarak devredilmesi işlemi hukuken geçerlidir. O halde; taşınır mal, alacak ve haklarda muvazaa iddiasının dinlenmesi olanaklı değildir.

Fakat burada aslında bir taşınır mal olmasına karşın, trafikte kayıtlı bir araçların mülkiyetinin devrinin bir taşınır, hatta taşınmaz maldan daha farklı bir düzenlemeye tabi tutulmuş olmasının; trafiğe kayıtlı araçlar ile ilgili temlikte Borçlar Kanununun 18. maddesi ve 01.04.1974 tarih 1/2 sayılı Yargıtay İnançları Birleştirme Kararının uygulanmasının mümkün olup olmadığının değerlendirilmesine bağlıdır. Bu değerlendirme ise, trafikte kayıtlı olan bir aracın mülkiyetinin kazanılmasının nedene dayanıp dayanmadığı sorusunun cevaplanmasını gerektirmektedir.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanununun 20/d maddesinde, tescil edilmiş araçların her çeşit satış ve devirlerinin noterlerce ya da trafik şubeleri ve bürolarındaki yetkililerce yapılacağı belirtilmiştir. Düzenlemeye göre aracın satış yoluyla mülkiyetinin geçmesi için noterlerce ve trafik bürolarınca bir sözleşmenin yapılması gerektiği öngörülmüştür. Buna göre trafiğe kayıtlı araç satışlarının geçerliliği kanunda düzenlendiği şekilde resmi şekilde yapılmasına bağlıdır. Ancak bu halde yanların iradelerine hukuki sonuç bağlanabilecektir. Yasa koyucunun, iradelerin ancak yasada öngörüldüğü biçimde birleşmeleri durumunda bir değer ifade edebileceğini, aksi halde sonuç doğurmayacağını ve geçersiz olduğunu düzenleme altına almak istediği açıktır. O nedenle trafik siciline kayıtlı araçların devri esas irade satış ise satış, esas irade bağış ise bağış gereğince gerçekleşebilecektir. Eğer tarafların geride yatan niyetlerinde bir danışıklık varsa, gerçekten bağış yapılmak istenirken bu işlem satış gibi gösterilmişse, bu durumda gerçek iradeleri imzaladıkları resmi senette birleşmemiş olacağından hukuken mülkiyet de geçmemiş olacaktır. Çünkü tarafları resmi sözleşme yapmaya sevk eden irade ile senede yansıyan iradeleri birleşmemiştir ve geçerli sayılabilecek hukuki bir sonuç ortaya çıkmış sayılamayacaktır. Bu durumda açılan bir davada deliller elverdiği ölçüde danışıklı bir işlemin varlığının ileri sürülmesi, bunun sabit olması halinde de mahkemece ilgili işlemin geçersiz kabul edilerek iptal edilmesi mümkün olacaktır. Bu açıklamalar ışığında trafiğe kayıtlı araçlara ilişkin gerçek irade ile resmi senede yansıyan iradelerin uyumsuzluğuna ilişkin uyuşmazlıklarda, taşınmazlarla ilgili olan ve kendi alanı ile sınırlı bulunan 01.04.1974 tarih ve 1/2 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararının uygulanması olanaklı değildir[3].

Uygulamada esasından inanç sözleşmesi olarak yapıldığı halde, muris muvazaasını ve buna ilişkin İBK dan yararlanılarak çözüme kavuşturulmak istenen uyuşmazlıklar olabilmektedir. Örneğin boşanmadan önce bir eşe babası tarafından devredilmesi sözü verilen ancak devrin diğer eşe yapıldığı olayda olduğu gibi murisin amacı muvazaalı işlem yaratarak mirasçısını zarara uğratmak olmadığından, babasının esasında kendisine devretmek istediği taşınmaz nedeniyle tapu iptali tescili davası açan taraf,  01.04.1974 tarih ve 1/2 sayılı içtihadı Birleştirme Kararının uygulanması istemiyle dava açamaz[4].

Temyize birçok davada, miras bırakanın, kendi adına olan banka hesabını müşterek hesaba çevirerek eşi, yakınları veya başkaca bir kişi tarafından çekilmesine muvafakat etmesi, mirasçıya ait otomobilin aslında bağışlanma iradesi olmasına karşın satış yapılarak devredilmesi mahkemelerce muvazaalı olarak kabul edilmesine rağmen Yargıtay bu kararları bozmaktadır. Çünkü banka hesabındaki paranın çekilmesine muvafakat sadece karşılıksız kazandırma niteliğindedir. Yine hukuki işlemin konusu olan otomobil ve para üzerindeki zilyetlikten ibaret olan hakkın devri hususuna ilişkin gizli bağış sözleşmesi, hiçbir şekil şartına bağlı olmadığından geçerlidir. Bu nedenle mirasçıları hukuken taşınır eşya niteliğinde bulunan otomobil ve paranın muvazaalı bir şekilde bağış yoluyla davalı tarafa zilyetliğin devir ve teslim olunduğuna ilişkin işlemlerin iptalini istemesi olanaklı değildir. İptali istenen işlemler geçerli olduğundan bu tür davalarda muvazaa iddiasının araştırılmasına gerek yoktur.  Mirasçılar ancak koşullan varsa tenkis isteyebilirler[5] [6].

İnanç Sözleşmesi ile Muris Muvazaası Arsındaki Fark ve İspat Edilmeleri Sırasındaki Paralellik
Taraflar arasındaki inançlı işlem olarak nitelendirilen ilişkide amaç, mülkiyetin temlik edenin inanıp güvendiği bir kişi sıfatıyla aralarındaki anlaşma uyarınca az veya çok uzun bir süreyle devralan tarafça muhafaza ve idare edilmesi, teminat olarak elde tutulması, belirli şartlar gerçekleşince temlik edene iade edilmesidir. İnanç sözleşmesinde, kendisine inanılıp güvenilen kişi, geçerli bir akitle taşınmaz mülkiyetini kazanmış olup, aralarındaki sözleşmede öngörülen şartların oluşması ile edindiği mülkiyeti iade etme yükümlülüğü altına girmektedir. Fakat muris muvazaası ile amaçlanan malın mülkiyetinin bir daha geri verilmesine dair bir anlaşma ve niyet olmaksızın devredilmesidir. Muvazaalı devrin, inanç sözleşmesinde olduğu gibi geri vermeyi kapsayan geçerli bir sözleşmeye dayanması söz konusu değildir. Amaç ölüm ile birlikte diğer mirasçıları bir kısım maldan mahrum bırakmaktır ve murisin sağlığından malı geri alma niyeti yoktur.

İnanç sözleşmeleri dayanağını; BK. m. 18 ile 05.02.1947 tarih ve 20/6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararından alır. Bu karar uyarınca inanç ilişkisi ancak, yazılı delille ispatlanabilir. Yazılı delil, davanın taraflarının sunacakları ve onların imzalarını taşıyan belgeler olmalıdır. İnanç sözleşmesinin varlığını kabul edebilmek için tarafların imzasını taşıyan yazılı bir delil yoksa taraflar arasındaki uyuşmazlığın tümünü kanıtlamaya yeterli sayılmamakla beraber bunun gerçekleşmesine delalet edecek “tarafların elinden çıkmış, el ile yazılmış fakat imzalanmamış bir senet veya mektup; daktilo veya bilgisayarla yazılmış olmakla birlikte tarafların parafını taşıyan belge; usulüne uygun onanmamış parmak izli veya mühürlü senetler” gibi yazılı delil başlangıcı niteliğinde bir belgenin varlığı aranır. HUMK ‘nun 292.maddesi uyarınca yazılı delil başlangıcı niteliğinde belge varsa, inanç sözleşmesinin varlığı tanık dâhil her türlü delille ispat edilebilir[7].

MK. m. 7 gereğince resmi sicillerin aksi ancak aynı kuvvet ve derecedeki sicillerle ispat edilebilir. Bunların aksi tanık ve alelade yazılı bir belge ile ispatı edilemez. Genel kurala göre bu durumda, sicile yönelik iddiaların aksinin hiçbir zaman ispat edilemeyeceği sonucu ortaya çıkar. Fakat, yasalarda yer verilmeyen namı müstearla ilgili sicile yönelik işlemler yönünden çıkan çekişmeler toplum düzenini sağlamak ve sosyal barışı temin amacıyla yargısal uygulamalarla çözüme kavuşturulmuş ve 05.02.1947 tarih ve 20/6 Sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı ile sicilin aksinin resmi akit tarihinden önce veya en geç akit tarihini taşıyan yazılı bir belge ile ispatı öngörülmüştür. İçtihadı Birleştirme Kararlarının gerekçeleri ile açıklayıcı sonuç bölümleriyle bağlayıcı olduğu kuşkusuzdur[8].

Bir sözleşmenin tarafları kural olarak muvazaa iddialarını senede karşı senetle ispat kuralı uyarınca (HUMK. 290) tanıkla ispat edemezler. Ancak, HUMK’ nun 292 nci maddesinde belirtilen kurallara uygun yazılı delil başlangıcı bulunması durumunda taraf muvazaasının tanık dâhil her türlü takdiri delille kanıtlanması mümkündür.  Bunun yanı sıra, genel yaşam deneylerine ve yaşamın olağan akışına dayanan kişi de, artık iddiasını ispatla yükümlü değildir. Eylemli (ya da beşeri) karine denen yaşam deneyi kuralları, tarafların olay iddialarının doğruluğu veya bir delilin güvenilebilirlilik derecesi hakkında, hâkimin kanaat edinmesine yarayan, yaşam deneylerinin ortaya koyduğu değer hükümleridir[9].

Muvazaalı işlemleri bildikleri halde buna ses çıkarmayarak aralarından bir kısım iade şartına dayanan inanca dayalı işlemler yapan mirasçıların artık muris muvazaasına dayanma olanağı yoktur. Bu durumda tarafların muvazaaya dayanmaları MK. m. 2 anlamında hakkın kötüye kullanılması niteliğindedir[10].

[1] 1. HD. Esas:  2008/9959 Karar: 2009/873 Karar Tarihi: 27.01.2009.

[2] 3. HD Esas:  2005/12683 Karar: 2005/14443 Karar Tarihi: 27.12.2005.

[3] HGK Esas:  2008/1-711 Karar: 2008/725 Karar Tarihi: 03.12.2008.

[4] 14.HD Esas:  2008/2555 Karar: 2008/7947 Karar Tarihi: 17.06.2008.

[5] HGK Esas:  2008/4-399 Karar: 2008/408 Karar Tarihi: 28.05.2008.

[6] 11.HD Esas:  2005/4472 Karar: 2006/4747 Karar Tarihi: 27.04.2006.

[7] HGK Esas:  2010/14-394 Karar: 2010/395 Karar Tarihi: 14.07.2010.

[8] HGK Esas:  2004/14-464 Karar: 2004/588 Karar Tarihi: 10.11.2004 tarihli karara karşı oy yazısı.

[9] Bilge Umar/Ejder Yılmaz-İspat Yükü 2.Bası-İstanbul 1980 sayfa 165 vd. 174 ve 60 vd.

[10] HGK Esas:  2002/4-796 Karar: 2002/832 Karar Tarihi: 16.10.200

 

 


GGHD'nin Çalışmalarından & Yayınlarından Faydalanabilecekler;